Kategori arşivi: İman

İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ

Risale-i Nur Külliyatından

Îman ve Küfür Muvâzeneleri

Hidayet ve Dalâlet Mukayeseleri

Müellifi :Bediüzzaman Said Nursî

وَبِهِ نَسْـتَعِينُ

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Gayet mühim bir suâle verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmağa münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel, Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku’ ile Risale-i Nurun hârika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o suâl ve cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar ki: “Neden bu kadar muârızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risale-i Nur mağlûb olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-ı imaniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeğe çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, hatta çoğu el yazması ile altıyüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil ve hâriçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu meâlde çok suâllere karşı “Elcevap” deriz ki:

Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde, mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-ı Şeriatın amelinde Cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenlerini -o cihetle- aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hâl var.

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûb etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا Âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor… Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve Cehennem’in vücûdunu isbat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak Gafûrü’r-Rahîm’dir, hem Cehennem pek uzaktır.” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûb olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuzikinci Söz’ün üçüncü mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ: Âyet-i Nur’da, seyahat-ı hayâliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin âhirindeki 262 ’den 265’inci sahifeye kadar baksın.

Ezcümle: O seyahat-ı hayâliyede, rızka muhtaç hayvanât âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım, hadsiz ihtiyacât ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’aniye ve imanın dürbünü ile gördüm ki: Rahmân ismi, Rezzâk burcunda parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanât âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elîm ve herkesi rikkat ve acımağa getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma “Eyvah!” dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi, gördüm ki; Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekva ve acımak ve hüzünden gelen göz yaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki; kalbimin en derinliklerinden feryad ettim. “Eyvah!” dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihâta eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i gayet ciddi isteyen himmetleri ve fıtrî istîdadları ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’daları ile beraber gayet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zeval ve firak belâsını çekmek içinde -ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı sûretinde görülen- kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.

İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücûdum feryad ile ağlamağa hazır iken, birden Kur’an’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki; Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda, yâni mânasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler.

Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı Kâinat adedince, “Elhamdülillâh, Eşşükrülillâh” dedim.. ve aynelyakîn gördüm ki; “Îmanda mânevî bir Cennet ve dalâlette mânevî bir Cehennem bu dünyada da vardır” yakînen bildim.

Sonra Küre-i Arz’ın âlemi göründü. O seyahat-i hayâliyemde dine itaat etmeyen felsefenin, karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, hayâlime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle, yirmibeş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmağa ve parçalanmağa müstaîd ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’aniye ve imaniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki: Hâlık-ı arz ve semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semâvâti ve’l-ard ve Musahhiru’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri, rahmet, azamet, rububiyet burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki; o hâlette, benim imanlı gözüme Küre-i Arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i Arz’ın zerratı adedince “Elhamdülillâhi alâ ni’metil iman” dedim.

İşte, buna kıyasen Risale-i Nurda pekçok muvazenelerle isbat edilmiştir ki, ehl-i sefahet ve dalâlet, dünyada dahi bir mânevî cehennem içinde azab çekerler ve ehl-i iman ve salâhat, dünyada dahi bir mânevî Cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, mânevî bir Cennet lezzetleri tadabilir. Belki, derece-i imanlarına göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet mânevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, fir’avunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pekçok muvazenelerle, en dehşetli muannid, mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdâniyet-i İlâhiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş ve ediyor. Evet Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalâlet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bilmüşahede isbat ediyor. Meselâ; Yirmiikinci Söz’ün iki makamının bürhanlarına ve lem’alarına ve Otuzikinci Söz’ün birinci mevkıfına ve Otuzüçüncü Mektub’un pencerelerine ve Asâ-yı Mûsa’nın onbir hüccetine, sâir muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse, anlaşılır ki: Bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-ı Kur’âniyedir.

İnşâallah, nasıl Tılsımlar Mecmuası’nda, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i Cennetlerini gösteren ve iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise, Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşâallah neşredilecek.